Evrenin yüreğinin ritminde dansa hazır mısınız (II) : Rotamız ölüm

09 Temmuz 2019 Salı
Evrenin yüreğinin ritminde dansa hazır mısınız (II) : Rotamız ölüm
Evrenin yüreğinin ritminde dansa hazır mısınız (II) : Rotamız ölüm

KAİNATIN YÜREĞİNİN RİTMİNDE DANS ETMEYE HAZIR MISINIZ? (II

“Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”

Mevlana

HAYATINIZIN TADI NASIL?

Bir önceki yazının devamı niteliğinde olan bu yazıya, bir önceki yazı sürecinin ana mesajını yineleyerek başlayalım: 

Ne demiştik? Şimdi Tam Zamanı ! 

“Kendi yaşamınızı ilmek ilmek sevgiyle ören, yaratan ve bundan sonraki sürecine yön verenin gerçekte kim olduğunu hatırlamanın tam zamanı! 

Zaten siz bu seçimi doğum anında çoktan tezahür ettirdiniz, şimdi unutmuş olabilirisiniz.  Haydi hatırlamak adına özünüzün sesine bir şans verin! 

TIK TIK TIK…

Yeni bir günün doğmasına araç olacak eşsiz  kuzguni siyah rengindeki bir karga
şu an pencerinizi tıklatıyor, keskin gözlerindeki bilgelikle size dik dik bakıyor sanırım size  iletmek istediği bir mesajı var, pencerenizi açıyorsunuz ve karganın bilgelikle ışıyan gözlerinin derinliklerine doğru bakarken ne görüyorsunuz? Bir süre göz göze ruhlarınız birbirini selamlıyor… Ve karga sizinle konuşmaya başlıyor şöyle söylüyor: “Ölüyorsun…” Bilge karga, engin mavi semaya doğru kanatlanıp gidiyor… Şimdi bir kelime ile baş başasınız: “ölüyorum”. Zihninizde nasıl bir senaryo oluşuyor? Bedeniniz şu an neler duyumsuyor? 

Zaman algıları olmayan daima boşlukta yaşamayı seçen zeki karga kuşları bizlere öz gerçekliğimizi fark etmemiz adına sezgilerimizin diline kulak kabartmayı hatırlayarak, dikkatimizi içselliğimize yönelterek, dönüşümümüzü gerçekleştirebileceğimizi ve eş zamanlı olarak bir kozmik ağın içerisinde bir “öz” den var olduğumuzu ışırlar. Belki de farklı ve eşsiz lisanları ile toplum tarafından farkında olmaksızın içselleştirdiğimiz düşünce kalıplarını yeniden değerlendirmemiz hususunda da bizleri her eşsiz melodideki ötüşleri ile uyanışa davet ediyor olabilirler mi, ne dersiniz? 

Ruh sağlığı danışmanı rolüm ile rahatlıkla şöyle ifade edebilirim ki; yaşamsal döngüdeki her “rahatsızlık-problem-sorun-hastalık vb.” isimler ile nitelendirilen (tüm rahatsızlıkların, bizleri kendimiz ile buluşturacak ışık dolu yol süreçleri olduğunu hatırlamakta fayda var!)  süreç deneyimlerinin zemininde yaşamsal döngüdeki potansiyel enerji ile buluşamamın getirdiği  anlam atfedememe hali var olmaktadır. Şu an mevcut bedeninizdeki yaşam döngünüzde nasıl ve ne amaç ile burada can bulmuş olduğunuzu hatırlamakta iseniz, yaşamla bir olarak  akarsınız, herşeyi olduğu gibi kabul zemininize içtenlikle, samimiyetle alarak her solukta yaşamın eşsiz tadının farklı bir tonunu deneyimlersiniz. Lakin yaşama yönelik öz olarak bir anlam atfedememekte iseniz, o vakit “ölüm” sizin için korkulacak bir canavara dönüşebilir. Mütemadiyen yaşamın sınırları içerisinde gidilecek, varılacak bir nokta olduğu illüzyonuna kapılır zihniniz ve bu illüzyon yaşamdaki maddi düzeneklere sımsıkı tutunmanıza destek verir.

Bırakmak, vazgeçmek hususlarında fizyolojik, psikolojik, tinsel boyutlarda kendiniz ile buluşabilmek adına problemler ile karşı karşıya kalırsınız ta ki problemin çözümünün içinde saklı olduğu gerçekliğini görünceye dek senaryolar değişerek döngü kendisini çözüme kavuşuncaya dek tekrar etmeye devam eder… Bu bağlamda, hayat doyumu ile ölüm anksiyetesi arasındaki ters ilişkinin altını çizebiliriz. Hayattan duyumsadığınız tatmin, tat ne ölçüde sizi size yaklaştırıcı katalizör bir ivme gösteriyor ise ölüm de bir o kadar sadece bir geçiş kapısı olarak algılanabiliyor. 

ROTAMIZ “ÖLÜM”…

Bu yazıda “ölüm” temasına değinirken bu yıl 8.’si düzenlenen Uluslararası Astroloji Günleri’nde, “Mezo-Amerikan ve Yunan Felsefesi’nde Kozmoloji-Yaşam-Varoluş” başlıklı sunumu ile ölümün olağanüstü rengarenk dünyasını bizlere sanatın dokunuşları ile aktaran değerli astrolog Ursula Stockder Busch’ın sunumundan bazı öğelere de değinmeye çalışarak (yazının son bölümlerne doğru okuyabilirsiniz) kendi toplumumuzun “ölüm” hakkındaki değer yargılarına ve en önemlisi eşsiz birer birey olarak sizleri “ölüm”e doğru yürümeye davet ediyorum…

Mevcut yolculuğumuzda kurban bilincinde var olmak yerine kahraman bilincinde var olmayı seçmek adına atılacak ilk adım ölümün güzelliğinin farkına vararak eş zamanlı olarak bu eşsiz dinginlikteki ve göz alıcı parlayan ışığın; “ölüm”ün tadına bakabilmektir ! Hazır mısınız? Yelkenleri hazırlayın gemimiz ile birlikte bir yolculuğa çıkıyoruz bu gemi yolculuğunu bir ağacın kökünden, dalları arasında gerçekleştireceğimizi söylesem, nasıl hissedersiniz? 

Şimdi bu satırın hemen üzerine bakın ne görüyorsunuz (yukarıdaki paragrafa ilişmesin gözleriniz! Sadece iki-üç satır öncesine bakın şu an okumayı seçtiğiniz satırların, ne görüyorsunuz?) 

Boşluk ! Değil mi? Sadece boşluk. Örneğin; klavyede bu satırları yazarken de belirli kelimeler formlarını anlam bütünlüğü içerisinde tamamladıklarında bir boşluk bırakıyor ve diğer kelimeye geçiyorum değil mi? Bunu her birimizin, doğal olarak yazı yazarken gerçekleştirdiğinin, farkında mısınız? Ya da başka bir örnek; şimdi odağınızı nazikçe özgür doğal akan nefes alış-veriş ritminize yönlendirin, bir süre sadece gözlemlemeyi seçin, lütfen. Şimdi bilinçli bir odak ile izleyin özgür doğal akan nefesinizin ritmini, bir dalga ile nefes ile buluştuktan sonra bir durak var kısa bir boşluk sonrasında nefesinizi özgür bırakıyorsunuz (veriyorsunuz), ve verdikten sonra yine minik bir mola sürecinden sonra yeni bir nefes dalgasını davet ettiğinizi farkında mısınız? Sadece o an ihtiyacınız olan hava ciğerlerinize süzülüyor, içselleştirildikten sonra bırakılması, özgürleştirilmesi bir gereksinim olarak doğan  kısmı dışarıya bırakılıyor ve her alış-veriş arasında herkesin kendine özgü bir duraksama, sindirme için alan ve zamanı kapsayan bir boşluk var oluyor, fark ediyor musunuz? 

Şimdi kendi yaşam yolculuğunuzda, ne kadar “boşluk” yaratıyor olduğunuza odağınızı yöneltmenizi rica ediyorum. Belki siz de yukarıdaki örnekler gibi yazmayı seçebilirsiniz. Bu “boşluk”lar size neyi (neleri) çağrıştırıyor ve duyumsatıyor? Zihninizdeki izdüşümleri ve bedeninizde uyanan hissiyatların izini sürün … 

Bir ses tınısı, bir renk tonu, bir koku aroması, bir doku ve damaklarınızda bir tat olarak imgelediğinizde sizin tezahürünüzdeki “boşluk” size nasıl sesleniyor ve nasıl bir hikaye aktarıyor? … (bu uygulama için kendinize zaman armağan etmeyi, bilinçli olarak bir boşluk yaratmayı seçin, lütfen).



FORM BOŞLUK, BOŞLUK FORMDUR…

“Her insanın hayatı onu kendisine götüren bir yoldur.”

Herman Hesse

Döngüsellikte “boşluk” ölümü çağrıştırır. Durmak ve gerçekten hiçbir eylem tezahür ettirmemeyi seçebilmek ne engin bir özgürlük deneyimi! (düşüncelerimizin de canlı birer eylem olduğunu hatırlayalım, bu bağlamda düşünmemeyi dahi düşünmemek!) Düşünce var oluşun ham maddesi ve herşey olan enerjiyi şekillendirir, enerji daima düşüncenin izini takip eder…

Mutlak sessizliğin tüm sesleri, beyaz rengin tüm renkleri özünde barındıryor olması gibi, boşluk da öz mutlak evimizdir, herşeyi kapsayan herşeyi özünde barındıran hiçliktir. 

Şu an, “ev” ne demek sizin için?

Öz eviniz ile nasıl bir bağ duyumsuyorsunuz?

Varoluşun belirli bir zaman-alan boyutunun kesişiminde tezehür etmiş olan ve yaşam adını atfettiğimiz biricik özümüzü hatırlama yolculuğumuzda ne kadar bu boşlukları farkında isek diğer bir deyim ile doğum ve ölümün her an birarada yaşamsal süreçlerde el ele yürüdüğünü görebilirsek, kendimize olan yürüyüş ritmimizin tüm sorumluluğunu üstlenebilmemiz de bir o kadar kolay gerçekleşecektir. İşte o zaman, kurban bilinci halinde : “ne yapalım ülkenin şartları, yoğun iş tempom, ailemin sorunları, iş verenimin sadakatsizliği, çocuğuma yönelik sorumluluklarım vb. bahaneler ile yaşam armağınımızı çar çur etmeyi seçmek yerine; kahraman bilinç boyutunda var olmayı seçerek, bizlere yük gibi görünerek çeşitli maskelerin ardına gizlenmiş her türlü değeri farkındalık bilinci ile gözlemlemeyi seçer ; ruhumuzun derinliklerine derin bir dalış gerçekleştirebilir,  makrokozmosun bir yansıması olan bedenlerimizin içerisinden tutkuyla geçebilir ve öz olarak mutlak harikulde ışığı bütünü ile yansıtabilmemiz adına gerçekte sadece o “boşluk” un tadına bakarak zaten var olduğumuz halimiz ile gerçekliğin en mükemmel halini yansıtmakta olduğumuzun diğer bir deyim ile değişmesi gereken hiçbir şeyin olmadığının idrakına varabiliriz. 

ÖZÜMÜZDEKİ “BİR”LİĞİN TADINA BAKMAK

“Kafanın söylediklerini duymakla, kalbinden gelen mesajı dinlemek

 arasındaki farkı öğren. Kafanın konuşması, toplumun bir ürünüdür. 

Kalbin konuşması ise sonsuzluktan gelir.”

Aborjin Öğretisi

Haydi şimdi beraberce bir içecek hazırlayalım; bu içeceğin adı “birlik” olsun. Birlik, sizce nasıl bir tat duyumsatıyor zihinde? Şu an çevrenizde var olan canlı-cansız varlıklara bir göz gezdirin ve hissiyatlarınıza, kalbinizin kulağını yönlendirin, ne dinliyorsunuz? Varoluşun her bir formu ile ne kadar içten samimi ve bir  zamanın kalitesinde her daim sağlamlığını sürdüren güçlü bir bağ olduğunu fark ediyor musunuz? Şu an mevcut bedeninizin içerisinde ne kadar hassas olmayı seçiyor iseniz bir o kadar bu bağı duyumsayabilirsiniz. Hassasiyetle var olmak;  yaşamın iliklerinize kadar her yönü ile nüfuz etmesine izin vermektir. Siz bu duyumsamaların hangi boyutlarına ne kadar  izin vermeyi seçiyorsunuz? Bir insan varlığına baktığınızda onun mevcut kaba; et-kemik-doku-sinir hücrelerinden oluşmuş bedeninin ötesini görebilmek adına kendinizi ne kadar açıyorsunuz? İşte tam anlamıyla hassasiyet budur; yaşamın döngüselliğine bütünü ile tüm varoluşunu özgürce ve cesurca açmak. Ne kadar hassas bir duyumsama ile yaşamı algılıyor iseniz bu sizin ne kadar canlı olduğunuzu gösterir. Sokaktaki insan varlıklarına bakın, birçoğu zihin hapishanelerinde yaşamı sürmeyi seçiyor ve en acıklı ironi şu ki; yaşamın efendisi olduklarını zannederek gittikçe katılaşırken eş zamanlı olarak yaşamı, çevredeki unsurlara bağlı olduğunu zannederek direnç, çaba sarf ederek değiştirmeye çalışarak gerçekten kontrol edebildiklerini zannediyor olmaları… Efendisi olabileceğiniz tek şey: zihinsel düşünce akımlarınızdır. Düşüncelerinizin yaratım formatını çözdüğünüzde bu formatı değiştirmeyi seçerek bir yaşam döngüsünü dönüştürmek mümkündür ki bunu zihin ustaları çok iyi bilirler... 

“Her düşüncenizin herkesin görebildiği şekilde yayıldığını düşünün semaya, 

çünkü gerçekten böyledir. 

Tüm dünyanın, her söylediğinizi duyabileceğini düşünerek konuşun 

çünkü gerçekten duyarlar. 

Hep yaptığınız dönüp dolaşıp size bulacakmış gibi hareket edin 

çünkü gerçekten bulur.”   

Mikhail Naimy

Düşünce akımlarını boyunduruk altına alabilmek adına düzenli meditasyon uygulaması gerçekleştirerek düşünceleri izlemek yaşamı dilediğiniz gibi yaratabilmeniz adına yardımcı olur. Böylece birçok yaşam boyunca varoluş katmanlarınızdaki izleri iyileştirebilcek güç ile içselliğinizde buluşarak geçmişi dönüştürerek yepyeni bir gelecek doğurabilirsiniz şu anın realitesinde.

DİLE-DÜŞLE-GERÇEKLEŞTİR

Hayatın öz tadı ile buluşabilmek adına yolculuğunuzda yüklendiğini yükleri özgür

bırakmak,  akışta var olmayı bütünüyle deneyimlemek, bir diğer kısa deyim ile “ölmek” eş bir anlamı ile “öz olarak yaşamı deneyimlemeye başlamak” adına, neye(nelere) ihtiyaç duyumsuyorsunuz?

Haydi şimdi ölmek adına bir “dilek” dileyin. Dilerseniz bu dileğinizi sözel olarak
sesli bir biçimde aynanın karşısında geçerek gözlerinizin derinliklerine bakararak kendinizi görerek telaffuz edin ya da boş bir sayfaya seçtiğiniz renkteki kalemler ile dileğinizi resmedin. Dileğinizin zeminini oluşturan “niyet”, tüm evrene bir çağrı mesajı gibi anında iletiliyor peki bu niyeti somut formda tezahür ettiren nedir, sizce? Evrenin dansı. Her yeni dilek dilediğimizde, evrenin rahmine bir niyet tohumu ekeriz aşkla… Sonrasında bu tohumun, fidana, fidandan bir ağaca ve ağacın güçlenerek meyva verebilmesi için de toprağın kalbinin ritminde bir dans seromonisi gerçekleşir.

Niyetlerimiz, evrenin rahmindeki eşsiz dans ile gerçekliğe dönüşür.

ÖLÜMÜ DANS İLE KUTSAMAK…

“Yaşamayı öğrendim. Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; 

aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.”

Mevlana 

Bir an için fiziksel realitenizden bağımsız olarak hiç düşünmeyi seçtiniz mi: “Sizi, öz olarak Dünya adı verilen gezegene bağlayan nedir?”  Nasıl oluyor da başka bir formda farklı bir boyutta bir başka gezegende varolmayı seçmemişsiniz de bu mavi-yeşil tonları ile ahenkle bezenmiş güzel Dünya gezegeninde bedensel bir form almayı seçmişsiniz? Dünya gezegenine ne(ler) sunmak üzere burada köklenmektesiniz? 

Evet, yukarıdaki gibi ve benzeri soruları, kendimize yöneltmemize vesile olan “ölüm” ün ta kendisi değil mi? Ölüm, mevcut bedensel formumuzun belirli bir ritimde var oluşunu sürdürecek sınırlı sayıda nefes alış-veriş sürecinin olduğunu bizlere her soluğumuzda hatırlatan tek sırdaşımızdır. 

Her an en önemli sırlarımızın şahidi değil midir, ölüm?

“Karma, insanın özgürlüğünün sonsuz ispatıdır. Düşüncelerimiz, sözlerimiz, davranışlarımız kendimizi boşlukta üstüne attığımız ağın iplikleridir.” 

Swami Vivekananda

Diyelim ki mevcut bedeninizde şu andan itibaren hiç yaş almaksızın fiziksel bedeniniz olduğu hali ile yaşamın sonsuz döngüsünü bu haliniz ile deneyimliyor olacak! Ne kadar da sıkıcı bir süreç deneyimi olur bir düşüncesinize,değil mi? Eylemlerimizin sonuç-neden döngüsel zincirini görmeksizin var olmak hem adaletsiz hem de anlamsız olurdu sanırım, size göre? Ektiğimizi biçmediğimiz bir yaşam süreci, ektiklerimizin yansımalarını deneyimlemediğimiz bir yaşam döngüsü hayal edebiliyor musunuz? Bu bağlamda yaşam döngüsüne anlamını bahşeden en parlak ışık; “ölüm”dür. Ölüm olmasa, yaşamın döngüselliğine kendinizi gerçekleştirmek uğruna yine şu an olduğu gibi emek vermeyi seçer misiniz(yanıtınızı zihin süzgecinden geçirmeden önce sualin özünü kalbinizde demlediğinize emin olun!) ?

Her son başlangıçta gizlidir,her ölüm ise ilk doğumda gizli…

“Hayatımız, bizi hiçbir yere götürmediğini anladığımız anda

bir anlam kazanmaya başlar!”

Pyotr Demianovich Ouspensky

Ölüm, bir yeniden doğma sürecine geçiş, bir bakıma özünde arınmayı da barındıran derin bir dönüşüm sürecidir. Bu bağlamda tıpkı doğum gibi kutsanmayı hatta törensel bir kutlama sürecini hak ediyor, değil mi? Ülkemizdeki toplum gelenek ve göreneklerine göre ise “ölüm” genellikle pek de olumlu olmayan bir olgu olarak görülmekte ve değerlendirilmekte bu da bu ülkede var oluşunu sürdürmekte olan birçok insan varlığının “ölüm”ü nihai bir son olarak değerlendiren algı yanılsamasından kaynaklanamaktadır. Lakin Dünya gezegeninin geneline baktığımızda, birçok insanın  yaşam sürecini;  “benim hayatım” olarak değerlendirerek işin özünde tek bir hayat/yaşam olduğunu zannetmekte olduklarını görmekteyiz. Oysa ki; “benim hayatım/bizim hayatımız, vb.” demek yerine “hayat ile olan ilişkimiz, hayat ile olan ilişki süreci” vb. cümle kalıpları daha yerinde olacak ve algıyı dönüştürme yönünde işlevsel olacaktır. Ve bizlerin sadece mevcut  varoluş hal deneyimi ile ilişkimizi yansıtmak üzere,  yaşam adı atfedilmiş sonsuz ölüm-doğum döngüsünde mutlak ışığın eşsiz bir bölümünü sadece yansıtmak üzere Dünya sahnesinde olduğumuzu görme zamanı! 

AMOR VİNCİT OMNİA = AŞK HERŞEYİN ÜSTESİNDEN GELİR !

“Görevin aşkı aramak değil, ona karşı yarattığın engelleri kendi içinde arayıp bulmaktır sadece.” 

Mevlana 

Yazının bu kısmına değin, “ölüm”e ilişkin inanç kalıplarınızı bu kalıpların nasıl oluşuğunu gözlemlemenizi bir nevi yeni bir bir temel oluşturabilmek adına köklerin en derinlerine eğilip bakmaya ve baktıklarımızı görmeye ne kadar cesaretiniz olduğuna ilişkin küçük bir yoklama gerçekleştirdim. 

Şimdi biraz değerli astrolog Ursula Stockder Busch’ın Mezo-Amerikan ve Yunan Felsefesi’ndeki ölüm kavramına ilişkin altını çizdikleri ile yol alalım. 

(Ursula Stockder Busch, astroloji ile resim sanatını birarada uygulayarak kendi deyimi ile; “hayallerini-özlemlerini, fantezilerini” bu yol ile evrene ifade etmeyi seçen ve ayrıca; tanatoloji, Jungian psikoloji, sanat tarihi, tarot, mitoloji konularını birarada harmanlayarak sanatsal yaratıcı çalışmalar üreterek özgün bir biçimde astroloji mesleğini icra eden özgür bir birey).

“İnsanoğlu, Tanrı’ları kendi suretinde yaratır.”

Yunanlı filozof Ksenophanes (M.Ö.570-480)

Meksika’lılar ve Yunan’lıların en temel özelliklerinden birisi her iki kültürün de
“ölüm” olgusunu yüceltmeleridir. Her iki kültür de kozmos ve Dünya’yı bir bütün olarak değerlendirir, bu nedenle her şeyin (canlı-cansız) Yaratıcının ruhunu taşıdığı inancına sahip idiler. Ve bu kültürlerin inancına göre;  Yaratıcı istediği an kendisini herşeye dönüştürebilme yetisine muktedir idi. Tanrılar ve insan varlıkları birarada yaşamsal varoluşlarını sürdürmek idiler. Tanrıların Tanrısı olan nitelendirilen Zeus’un gönül maceraları peşinde koşarken; boğa, kuğu, kartal formlarına büründüğü yine Yunan mitolojisinde yer alan müzik ve sanatın Tanrısı Apollo nun karga formuna dönüştüğü mitolojik hikayelerde yer almaktadır. Benzer şekilde Mezo-Amerika da zamanın belirli boyutlarında var oluşlarını sürdürmüş olan; Olmek-Mixtec-Zapotek ve Maya uygarlıklarında da çok Tanrılı inanışın hakim olduğunu Yaratıcıların form değiştirme niteliğine vakıf olduğunu görmekteyiz. Azteklilerin en önemli Tanrısı olan Quetzalcoatl’ın hem gökyüzündeki rüzgarları süpürme hem insan varlıklarına mısır yetiştirme dersleri veren bir rolü ve eş zamanlı olarak zamanı ölçmeyi öğreten bir kahraman rolü olduğu efsanelerde yer almaktadır. 

“Gökyüzünün kalbi tek bir kelime söyler, Yeryüzü ve Yeryüzü denizden sis gibi doğar.” 

Popol Vuh

En önemlisi her iki kültürde de “var olmak” ile “bedenin” içerisinde var olmak” ın birbirinden farklı kavramlar olduğunun idrak edilmiş olmasıdır. Tıpkı birşeyin ne olduğunu bilmek ile, o şeyin nasıl hissettirdiğini bilmenin farklı olgular olması gibi. Bu bağlamda ölümün sadece yeni bir forma geçiş olarak görüldüğü Mezo-Amerika kültüründe ölümden sonraki dönemi dört yıllık bir süreç olarak değerlendiriyor yeniden doğuma inandıkları için ölen kişinin ağzına, yeraltındaki kemiklere can verdiklerini düşündükleri, yeşim taşını yerleştirerek, seksen gün boyunca ölen kişiyi yıkamıyorlarmış, seksen günden sonra yeni bir doğumun gerçekleştiğine inanıyor ve iki yıl sonra kemikleri çıkarıp yıkayarak tekrar yerine koyuyorlarmış. Ne ilginç değil mi? Kişi, öldüğü zaman fani bedeni üç kısımda değerlendirilmekte imiş. 

Baş kısmı; “kader”i, kalp kısmı; “bilinç ve vicdan”ı, karaciğer ise “ruh” u temsil etmekte imiş. 

Baş; özdeki yaşam gücünün simgesidir. Aklın, bilgeliğin dergahıdır,

Kalp; gerçek öz ün gözü,

Karaciğer ; tutkunun dergahı olarak değerlendirildiğinde ruh ile ilişkilendirilmiş olması kulağa mantıklı geliyor. Taoist düşünürler; karaciğer enerjisini “ordunun generali” olarak değerlendirir sağlıklı karaciğer enerjisinin sağlam köklü ve bir o kadar da esnek, uyumlu bir iradeye işaret ettiğinin altını çizmektedirler. 

Bedenimizdeki en büyük salgı bezinin karaciğer olduğunu göz önüne aldığımızda yaşamda karşı karşıya kaldığımız olguları ne ölçüde sindirebildiğimizi böylece duygularımızı ne ölçüde dengeli ifade etmeyi başararak yaşama şefkat ve hassasiyet ile yaklaştığımızın, “yaşamsal canlılık” sembolü olarak nitelendirebiliriz.

Karaciğeri sağlıklı hale dönüştürmenin en etkin metotlarından birisi; “detox” uygulamaktır. Ancak bu detoksu sadece fizyolojik boyutta değil, duygusal ve tinsel beden boyutlarında da uygulamanın esas olduğunu hatırlayalım!

Karaciğer tüm bu sembolizmin yanı sıra deneyimlediğimiz olayların/durumların, yaşamsal süreçlerin bizleri ne kadar ve nasıl beslemekte olduğuna dair bir büyüteç işlevi de görmektedir. Astroloji ilteratünde karaciğer organı, büyük iyilik olarak nitelendirilen Jüpiter gezegeni ile ilişkilendirilmiştir. Eş zamanlı olarak Jüpiter, Tanrıların Tanrı sı Zeus u da sembolize etmektedir. Manevi-maddi yönden zenginleşmeyi, iyimserliği, olgunluğu, mutluluk halini sembolize eden Jüpiter gezegeninin bir bakıma; yaşamsal potansiyelimiz ile ne kadar sağlıklı ayrışıp-buluşarak yaşamın doğasından en sağlıklı şekilde nasıl beslenebileceğimize dair bizlere bir yön ışımakta olduğunu da düşünebiliriz.

Haydi gelin şimdi bu iyimserliğin parlak ışığının izini sürelim… Yazının en başındaki kargayı anımsıyor musunuz? Hani camınızı tıklatıp size “ölüyorsun” demişti…Hatırladınız değil mi? Belki de bu karga Tanrı’ların Tanrısı Zeus idi, belki de sanatın ve müziğin Tanrısı Apollo. 

Şimdi biraz hayal edelim ve bir seçim gerçekleştirelim, Şu an Işık ve Güneş in Tanrısı Apollo mu yoksa Gökyüzü ve fırtına Tanrısı Zeus mu olmayı deneyimlemeyi istersiniz? Sadece bir gün boyunca Zeus’un ya da Apollo nun niteliklerine vakıf olabileceksiniz, ne (ler) yaratmayı seçersiniz? 

Gerçekliği bir diğer eş anlamı ile mutlak aşkı deneyimlemek adına ağ gibi ördüğümüz tüm katmanlarımızdan bizleri özgürleştirecrek öz benliğimize uyandıran bir duygu yaratmayı seçseniz… Bu özgün duygunun adı ne olur? 

Ursula Stockder Busch hakkında daha detaylı bilgi edinmek isterseniz: www.ursulas.com.mx

Sevgi’nin Gücü Adına

Işık Olsun!

 Özge Genlik