Doğum Algısında Kelebek Etkisi

27 Haziran 2021 Pazar
Doğum Algısında Kelebek Etkisi
Doğum Algısında Kelebek Etkisi

“Her anne kendi içinde kızını, her kız kendi içinde annesini barındırır; 

her kadın geçmişe doğru annesine ve geleceğe doğru kızına uzanır.”

Carl Gustav Jung

Herşeyi besleyen anne, insanlığa tarım sanatını öğreten, Verimlilik Tanrıçası Ceres’in yaşamını adadığı kızı Persephone ile olan ilişkisini aktaran eş zamanlı olarak bizlere ölüm-doğum döngüsünü hatırlatan bir mitolojik hikaye ile başlamak istiyorum:  

Ceres, karşılıksız sonsuz sevginin sembolü, kızı Persephone’yi herşeyden çok derin bir bağ ile seviyordu. Kızı bir yetişkin olduğunda, anne-kız arasındaki bağ, onu diğer kişiler ile ilişki bağı deneyimlemesine engel teşkil etmekteydi. Yeraltı dünyasının, ölümün hükümdarı Pluton, Persephone’ye aşık olmuştu ve onu birgün yeraltı dünyasına kaçırdı ve zorla himayesi altına alarak eşi olmasını sağladı. Bunun üzerine yeryüzünde verimlilik Tanrıçası Ceres, dünyadaki bolluğa ve berekete son vererek insanları açlık acısı ile sınadı. İnsanlık kıtlık bilincini deneyimlerken Zeus,

Persephone'nin yeryüzüne dönmesine karar verdi ancak Persephone yeraltı diyarında nar yiyerek, bir parçasını ölüler diyarında var etmek durumunda kalmıştı. Böylelikle Zeus şöyle bir hüküm verdi; yediği nar tanelelerinin sayısı kadar yeraltında, diğer günler ise yeryüzünde yaşamını sürdürecekti güzeller güzeli Pershephone. Böylelikle her bahar yeryüzünün toprağı bolluk bereket içerisinde Pershephone'nin gelişini kutlarken her sonbahar-kış döneminde Pershephone'nin yeraltına inişi ile toprak yas tutmaktadır. 

Tohumu, toprağın derinliklerine karanlığa özgürce bırakmaz isek, toprağın bizlere koşulsuz sevgi ile sunacağı mahsülü elde edemeyiz, değil mi?

Bu mitolojik hikaye bizlere ölümün; yaşam/hayat sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve öz olarak ölüm ve doğumun birbirinden ayrılmaz bir biçimde sevginin rahminde sürekli tohum halinde yeniden var olan doğasını hatırlatırlatmaktadır. Her birimiz birer yıldız tohumuyuz…

Bir doğum haritasında Ceres astreoidi, en temel olarak; bebeklik ve çocukluk çağında annemiz tarafından nasıl beslendiğimiz ve bunun neticesinde fiziksel-duygusal-ruhsal zeminlerde beslenme ihtiyacımızı nasıl karşıladığımızı, nasıl bir annelik deneyimi algıladığımızı ve eğer bir ebeveyn isek çocuğumuza sunduğumuz annelik deneyiminin niteliğini sembolize etmektedir. 

Bu bağlamda öz-değer duygulanımı ile yakından ilişkilidir. Bunun yanı sıra; hamilelik sürecini, doğumu, ebeveyn ilişki dinamiğini, aile bağlarını simgelemektedir. 

Ceres astreodinin yorumuna doğumun mekanını değiştiren Kraliçe Victoria nın doğum haritasını yorumlarken geri döneceğiz. Şimdi biraz “doğum” u konuşalım ve bir zaman yolculuğuna çıkalım.

“Yaşamayı öğrendim. 

Doğumu, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu, aradaki bölümün; 

ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.” 

Mevlana

 DOĞUM

Yaşam; ölüm-doğum döngüsünde tezahür eden kendini/öz’ü hatırlama yolculuğudur. Bu yolculuk süresince birçok kez doğar ve ölürüz. Peki, doğum ve ölüm gerçekte ne demek, bu sorunun yanıtını içsel benliğimizin derinliklerinde ne kadar araştırmayı ve görmeyi seçiyoruz? 

Size göre nedir “doğum”, nasıl bir tanımlama gerçekleştirmeyi seçiyorsunuz? 

Ölüm de doğum da, yaşamın kutsandığı en değerli biricik süreçlerdir. 

Her an bir doğum ve eş zamanlı olarak da bir ölüm sürecidir. Her doğum yaşam serüvenine değişik bir ilişkisel boyutta devam etmeyi, her ölüm ise farklı bir zamansal boyutta devam etmeyi sentezler. Her ölüm; var olan bilinç boyutundaki bir dönüşümü, her doğum var olan bilinç boyutundaki değişimi simgelemektedir. Minik değişim adımlarının , dönüşümü var ettiğini burada hatırlayalım. 

Doğum; öz’e doğabilmek adına  yeni bir ölüm-doğum döngüsünde yol almayı seçmektir.

Doğum; bir kas eylemidir. Bu kas eylemi belirli özgün bir süreçte ilerler, bu süreçte anne adayı, bebeğin varoluşsal doğasındaki ışıklar ile birleşmeye gider ve bir bilinç boyutundan bebeğin Dünya gezegeninde var olmasına aracılık eder. İşte o doğum anı ile doğum sürecinin kesiştiği merkez; bizim tüm yaşam hikayemizin özetidir. Tüm yaşamımızın bir özetini; geçmiş-şimdi ve gelecekteki varoluş misyonlarımızı ve hikayelerimizi doğum haritamızdan görebilir ve okuyabiliriz. 

DOĞUM HİKAYESİ

“Mesele anneye veya bebeğe zarar verme riskine girmeden doğum sürecinin kolay geçmesini nasıl sağlayacağımız değil sadece; bunun ötesine geçmeliyiz. Çocuk doğurmanın, esasen, fiziksel olduğu kadar  manevi bir başarı olduğunu da anlamamız gerek. 

Bir çocuğun doğumu, insan sevgisinin en üst noktada tekamülüdür.” 

Grantly Dick-Read

Ana rahminde oluşumumuzun başlangıç anından itibaren, çocukluk dönemindeki yaşanmışlıkların kişinin tüm yaşam deneyimlerine yansımasını araştıran ve beden-zihn-ruh zemininde uygulamalarını sürdüren doğum psikolojisi (prenatal psychology) disiplininin araştırmalarına göre; anne adayının duygusal, fizyolojik ve ruhsal olarak sağlıklı olma hali bebeği etkilemektedir. 

Bilimsel araştırma sonuçlarına göre; sperm ve yumurta birleşme anından itibaren, fetusun gelişimi ve ardından doğum anı; özümüzde, gerçeklikte kim olduğumuzun en önemli belirleyicisidir. 

Yaşam hakkındaki hissiyatlarımızı, yaşamda alacağımız kararları, ve psikolojik-fizyolojik boyutlarda karşılaşacabileceğimiz, tüm ‘sorun-hastalık, vb.’ nitelendirilen dengede olamama hal durumlarının biçimlendiği an: Dünya gezegeninde beden almayı seçtiğimiz an başlamaktadır. Bu sebepledir ki; doğum anı kadar, ebeveynlerin bir can’ın rüyasını gerçekliğe dönüştürmeyi seçtiği an da çok kıymetlidir. Hatırlayalım ki; başlangıç nasılsa, son da o şekilde tezahür eder.

Birçoğumuz doğum sürecimizi bilinçli hafızamızda hatırlayamayız, çünkü doğum sürecinde annemizin bedeninde salgılanan oksitosin (bağ hormonu; doğum sürecinde doğumun ilerlemesini sağlayan, doğum sonrası süt salgılamasını sağlayan hormon aynı zamanda cinsel ilişki sürecinde salınımı gerçekleşmektedir), amnezi etkisi yaratmaktadır. Böylelikle doğum kanalındaki yolculuğumuzu, ilk soluğumuzu bilinçli olarak hatırlamasak da beden hafızamız olan biten herşeyi en ince detayına değin kaydetmektedir. Ve bedenimiz, yaşam döngümüzdeki her yeni başlangıç anında, doğum süreci boyunca deneyimlediklerimizi bizlere yeniden deneyimlettirir, hatırlatır. İşte bu nedenle eğer farkındalıklı bir biliç ile bedenin hissiyatlarına kulak verirsek her an yeniden doğumumuzu gerçekleştirebilir, yaşam ile öz’e güvenerek yeniden bir bağ inşa edebiliriz.

DOĞUM ALGISI 

“İnsan, bütünün bir parçasıdır.  Ancak, kendisini, düşüncelerini ve duygularını, diğerlerinden ayrı olarak deneyimler;  bu, bilincinin yarattığı bir çeşit optik yanılgıdır.” 

Albert Einstein

Günümüzde doğumun gerçekleştiği mekan “hastahane”lerdir. Hastahaneye ne için gitme gereksinimi duyumsarsınız? Sağlıklı olma halinden (fiziksel-duygusal-ruhsal olarak dengede olmadığımızda) ayrıştığınızda, değil mi? 

Öyle ise; doğum gerçekleştirmek, sağlıklı olmayan bir süreç deneyimi midir?

Bu çağın gerçekleştirilen bir araştırma sonucuna göre; doğum sürecini kolay olmayan bir hale dönüştüren faktörler arasında; ‘anneliğe karşı tutum’, ‘anne ile olan ilişki’, ‘alışkanlık haline getirilmiş huzursuzluklar, endişe ve korkular’ olarak bulgulanmıştır (Cincinnati Üniversitesi) *. 

Burada bir kadının “anne” olma bilincine hazırlanmasının ehemmiyetini açıkça görüyoruz. Belki de fizyolojik boyutta anne kimliğine doğru yol almadan önce anne olma bilincine zihnen bir doğum gerçekleştirmek yerinde olacaktır. 

Doğum süreci zihinde başlar ve aslen zihinde tamamlanır. Her birimizin çözümleyemediği travmatik doğum anıları, bir sonraki nesile aktarılır. 

Travma deneyimleri; iyileşmeyi tetikleyen öz doğamızdaki gücü uyandırmak üzere en büyük yardımcılarımızdır.

Bugünün kadınları kendi bedenlerine güvenmeyi unutmuş halde ve doğum sürecini “korku” yönetiyor. 

Peki “korku” nasıl doğum sürecinin bir bileşeni haline dönüştü? 

Yazının başını hatırlayın, minik değişimler dönüşümü gerçekleştirir. 

M.Ö. 3000 yıllarda ve M.S. 2. yüzyılın sonuna değin; kadınlar doğum sürecinde ağrı ya da acı deneyimlemeksizin, hayatı/yaşamı kutsayan çoşkulu bir tören ile bebeklerini dünyaya getirmekte idiler, bugünün doğum öncesinde gerçekleştiriken bebeğe hoşgeldin partilerinin doğum sürecinde olduğunu düşününebiliriz. Kadın bedeni, besleyen, şifacı doğası ile kutsanıyor, toplumda kadınlara çok değer veriliyordu. 

Doğum sürecinde kadınlara, diğer kadınlar fizyolojik ve duygusal destek sağlarken, ebeler ve şifacılar da doğum sürecinde yer alıyorlardı. Bu dönemde Aristo; zihin-beden ilişkisi üzerinde çalışıyor ve “derin gevşemenin” doğum sürecindeki etkisini vurguluyoru. Efesli doktor Soranus ise; doğum sürecinin öncesinde hamile kadınların duygusal gereksinimlerinin dinlenmesinin önemini vurgulamakta idi. Özetle cadı avı başlayana dek; “acı”, “ağrı” gibi terimler doğum literatüründe yer almamakta idi ve kadın bedeni her zaman kutsal bir değere sahipti. 15. yüzyılda cadı avının başlaması ile beraber; kadın bedeninde var olmak utanç hissiyatı deneyimlemeyi acı çekmeyi gerektiren bir hale dönüştü. 

Ve öz olarak bu süreçte ne oldu? 

“Kadın bedeninde var olmak” ile “ölüm” arasında güçlü bir bağ oluştu. 

Bu hatıralar halen kozmik hafızamızda canlılığını sürdürmektedir ki, günümüzde sezeryan adı verilen ameliyat ile bebekler dünyaya getirilmektedir. Ayrıca bazı ebeveynler planlı sezeryan doğumlar ile ihtiyaç, gereksinim olmadığı halde doğumları sadece keyfe keder bir biçimde örneğin”çocuğum Balık burcu olsun.” diye bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir algı neticesinde dünyaya hiç de sağlıklı olmayan bir biçimde gerçekleştirmektedirler. Ve doğal bir hormon kokteylinin tadına bakmaksızın, ve anne ile derin temas sürecinden yoksun olarak dünyaya merhaba diyen bireylerin beden hafızlarındaki doğum deneyimi, eğer üzerinde çalışılmazsa, bir sonraki nesile aktarılmaktadır. 

Sonuç; öz’e güveni olmayan, kendini bilmeyen, merhametten, sevgiden yoksun, kendi içindeki savaşı dışa yansıtan insan topluluklarının var oluşu. 

Ölüm bir son değil elbette sonun başlangıcı ancak cadı avı sürecinde kadınların bedensel şiddet içeren fiziksel eylemlere maruz kalarak idam ediliyor olmaları, “acı” duygulanımını doğum sürecinin bir parçası haline dönüştürmüş olduğu aşikardır. Bilinçdışında şu biçimde bir bilinç kalıbı oluşmuştur: “doğmak acıdır çünkü ölürken acıyı deneyimledim. Ölüm ile doğum bir olduğuna göre; doğarken de acı deneyimlerim”

Kendi kişisel görüşüm; bu süreçte maruz kaldıkları fiziksel şiddetten ötürü kadın bedeninde var olan insanların beyinlerinde bir değişim olabileceği yönünde ve bu genetik olarak diğer nesillere aktarıldı. Beyindeki değişim, epifiz bezinde dengesizlik oluştuyor böylece “korku” hissiyatı tetikleniyor. Doğanın ritmi ile ilişki bağımız zedelendi hatta neredeyse koptu. Doğanın bir parçası olduğumuzu unuttuk, göremiyoruz. Herşeyi dış koşullara bağlı bir zaman ile yoluna koymaya çalışıyoruz, oysa ki zaman bilinci içseldir, öz doğamızın ritmidir. 

Nitekim,“korku” duyumsamak = yaşamı hissetmekten kaçınmaktır. 

Hisler, kalbin lisanıdır. Yaşamın ritmini, kalbimizin ritminde duyumsayabiliriz. Yaşamı zihnimiz ile değil bedenimiz vasıtası ile duyumsarız. Bugünün insanı kafasının içerisinde yaşamı deneyimlemeye öylesine alıştı ki, bedensel duyumlarından uzaklaştıkça, özünden uzaklaştığını fark edemedi. Ve deneyimlediklerini “normal” varsaydı, oysa ki kendisine ne kadar mesafe aldığını sanırım deneyimlemekte olduğu mevcut süreçte fark ediyor! Oysa ki kendi özümüz ile bağımız ne kadar güçlü ise yaşam ile bağımız bir o kadar güçlü, bizler yaşamın öz tohumlarıyız.

Rönesans dönemi ile birlikte, Efesli Soranus'un yazılarının derlemesinden oluşan doğum ve gebelik bilimi hakkında ilk kitap yazılmış olsa da tıp alanındaki bazı gelişmeler değişen korku ve acı ağları ile örülmüş doğum algısını destekler nitelikte olmuştur. Bu süreçte “kloroform” adlı ağrı kesici maddenin keşfedilişi ve üretimi ile birlikte bugünün “epidural destekli doğum” sürecinin zemini oluşuyordu.

1800’lerin sonunda Avrupa’nın büyükannesi, kendi döneminde dünya nüfusunun dörtte birini yöneten Kraliçe Victoria'nın doğumunda “kloroform” kullanması ile birlikte doğum sürecinin mekanı değişti. Bugün anestezi altında gerçekleştirelen, “epidural doğum” yöntemine “prenses doğum” denilmesinin bir sebebi de budur.  Tarihte ilk kez kloroform kullanarak ağrı deneyimlemeden doğum yapan kadın; üzerinde Güneş batmayan İmparatorluğu yöneten Kraliçe Victoria olmuştur.  

Ve anestezi hastahane ortamında uygulanamayacağı için doğumun yeni yuvası; hastahaneler olarak değişmiştir ki bu bilinçdışında var olan “ölüm korkusu”nu daha da perçinleyici bir eylem olmuştur.O dönemin hastahane koşulları yeterince steril olmadığından enfeksiyon riski oldukça fazla idi ve nitekim bebek-anne ölüm oranlarında yüksek oranda bir artış gerçekleşti.

19 yüzyılın başında, doğumun mekanını Kraliçe Victoria değiştirdi, doğumun şartlarını ve koşullarını ise Florence Nightingale. 

Florence Nightingale, ebelik okullarının yeniden açılmasını sağladı ve hastahenelerin özellikle doğum bölümlerine hijyen hususunda yeni standartlar tanımladı. Böylece doğum şartları iyileşmiş oldu. 

Ancak günümüz bilincinde halen “acı-ağrı-korku”; doğum sürecinin bir bileşeni olarak varoluşunu sürdürmektedir. Kadınlar, kendi bedenlerine ve bebeklerinin doğum sürecini gerçekleştirebileceğine yönelik güven duyumsamamaktadırlar.

Herşeyin özünde yaşam serüvenine olan güven duyumsamama ve kendi öz ışığımız ile bir olmaktan kaçınmak var oluyor. 

Doğum süreçlerinde hükmünü sürdüren korku ve acı algısı nasıl dönüşür? 

Bu dönüşümün; öz benliğimizi hatırlama, öz ışığımızın sorumluluğunu üstlenme yönünde göstereceğimiz cesarete ve emeğe bağlı değişimler ile var olabileceğine inanıyorum.

Şimdi yaşam yazgısında, üzerinde Güneş batmayan bir devleti yönetmek ile beraber doğumun mekan algısını değiştiren Kraliçe Victoria nın doğum haritasına bakalım ve doğumun mekanının nasıl bir motivasyonla değiştiğini görelim: 

DOĞUM ALGISINDA KELEBEK ETKİSİ

Haritanın dikey (Başak-Balık aksı) ve yatay (İkizler-Yay aksı) ana eksenlerine baktığımızda “değişken” burçların hakimiyetini görüyoruz bu da bizlere; kişinin mevcut yaşam döngüsündeki yolculuğunda,”zeka” ve “esnekliğin” ön planda olacağını işaret ediyor. 

Bir doğum haritasının en önemli referans noktalarından birisi yükselen burçtur. Yükselen burcumuz, yaşama doğma anımızı simgelemektedir. Herşey birinci ev ile başlar ve diğer evler, ikinci ev (birinci evin tamamlayıcısı olarak öz niteliklerimizi, öz değer duygumuzu simgelemektedir) hariç, yaşamın çeşitli alanları ile olan ilişkimizi sembolize etmektedir. Yükselen burç (birinci ev); bedenimizi bir başka deyim ile bilin doğamızın ana bileşenlerini de sembolize etmektedir. Birinci ev (yükselen burcumuz), yaradılışımızı, kişiliğimizi, huylarımızı, genel sağlık durumumuzu, fiziksel yapımızı, yaşam gücümüzü simgelemektedir. 

Kraliçe Victoria'nın doğum haritasına baktığımızda, bir hayli canlı, hareketli, değişken bir yaşam zeminine merhaba dediğini görüyoruz.  Kıvrak zekası, iştahlı merakı, genç ruhu, çok yönlülüğü, objektif düşünebilme yetisi, neşeli ve sosyal yapısı, bilgi edinmeye yönelik tutkusu ile nitelendirebileceğimiz İkizler burcunun yükseldiğini görüyoruz. İkizler burcu, yaşamın ham doğasını deneyimlemeyi arzular. Vücudumuzda akciğerleri sembolize etmektedir. Soluduğunuz aynı havayı bir kez daha aynı formda ciğerlerimize taşıyamayacağımız gibi İkizler burcu insanı da deneyimlediği birşeyi bir kez daha yaşantılamak istemez. O, dünya gezegenindeki ritme şahit olmaya gelmiştir. 

Ve iletişimin her boyutunda oldukça kabiliyetlidir.

Karşısında ise kendisini tamamlayacak olan; gözlemlediği, şahit olduğu bilgileri sentezleyebilecek kendisine ilham veren, macereperest, farklı perspektiflerden çok boyutlu geniş düşünebilen iyi bir öğretmen niteliklerini sembolize eden Yay burcu sürecinin arketiplerini ışıyan dürüst kişileri arar. 

Nitekim Kraliçe Victoria nın eşinin vefatının ardından kendisine hizmet sunan uşakları (Edward Brown ve Muhammed Abdülkerim) ile olan ilişkisi öğrenci-öğretmen ilişkisi niteliği ile İkizler-Yay aksını yansıtmaktadır. Kraliçenin Müslüman Hint asıllı hizmetlisi ardından ‘munshi’ (öğretmen) vasfını taşıyan Muhammed Abdülkerim ile olan ilişkisi beyaz perdeye de yansımıştır. Kraliçenin doğum haritasındaki; yedinci evde Yay burcu sürecindeki Neptün ve Uranüs gezegenlerinin birleşimi, kendisine zihinsel boyutta ilham verici orjinal deneyimler sunabilecek farklı özgün ve yabancı kültürlerden olan kişiler ile birarada olarak zihinsel boyutta bilgi düzeyinde zenginleşmek  istediğinin altının çizildiğini görmekteyiz (yedinci evinin yönetici gezegeni Jüpiter dokuncu evde Kova burcu sürecinde yer almaktadır). Ayrıca Neptün ve Uranüs birleşiminin, onuncu evde yer alan Satürn gezegenine kare açısı; kraliçenin kendisini tamamlayan olarak gördüğü kişilerin otorite ile pek anlaşamayacağının altını çizmektedir.  

Dünya tarihinin en uzun süre hüküm sürmüş hükümdarı, dokuz çocuğu, kırk iki torunu, yaklaşık bir milyar vatandaşın yüce annesi Victoria, yükselen burcunun doğasını detaylı incelediğimizde bir Yeniay sürecinde doğduğunu, yaşamdaki kısmetini işaret eden şans noktasının (Ay ın noktası) ve yaşamdaki niyetlerini (Güneşin noktası) sembolize eden ruh noktasının ayrıca Ceres astreodinin de yükselen burç derecesi ile birleşim halinde birinci evinde İkizler burcu sürecinde konumlandığını görmekteyiz. Yeniay ın onuncu evde Balık burcu sürecindeki Satürn gezegeni ile olan üçgen açısı; kraliçe döneminde Britanya nın dünyanın en büyük deniz gücü olarak nitelendirilmesini açıklamaktadır. 

Yeniay ışığında beden almayı seçmiş bireyler; çok güçlü bir odaklanma yeteneğinin altını çizmektedirler. Öncü ruhlardır, kendilerini gerçekleştirme ve liderlik etme yönünde çok güçlü motivasyonları mevcuttur Yeniay;  başlangıcı, doğumu sembolize etmektedir. 

Kraliçenin doğum haritasında; Yeniay'ın birinci evde (yükselen) Merkür gezegenin kısmi asalet derecesinde yer alaması ve koşulsuz sevgi ilkesi Ceres astreoidi bile birleşmesi; hüküm sürdüğü döneme “Victoria dönemi” olarak nitelendirilmesini işaret etmektedir. Yeniay ın İkizler burcu sürecine yer alması ; henüz on sekiz yaşında tahta çıksa da kıvrak zekası ve güçlü iletişim becerileri sayesinde hızla ve istikrarla ilerlemesine, kendisi büyür ve gelişirken eş zamanlı olarak Britanya topraklarının da sürekli genişleyerek dünyanın en önemli ticari pazarı haline dönüşmesine işaret ediyor.

Kraliçe'nin yaşam serüvenini bir sanat olarak gördüğünü, sanatsal değerleri yaşamı boyunca yücelttiğini görmekteyiz (yükselen burcun yönetici gezegeni Merkür sanatsal değerleri temsil eden Boğa burcu sürecinde) ancak yükselen burcunun yönetici gezegenin on ikinci evde yer alması sebebi ile yaşamının dümenine olan hakimiyet noksanlığı; her zaman yüreğinin en derinliklerinde kendi kendisinin efendisi olma arzusunu, ve bir türlü kendisini tam anlamıyla özgür hissedememesinin ana faktörünü göstermektedir. Herşey kadersel bir planda akıyordu, yükselen burcun yönetici gezegeni Merkür ün yükselen burcu görmeyen on ikinci evde yer alması bir bakıma Kraliçenin bütünü ile kendi olmaktan da korku duyumsadığının altını çizmektedir. Ancak bu korku duyumunu öz sesine odaklanmaya ve tüm enerjisini halkının hizmetine adayarak dönüştürmüş olduğunu böylece (onuncu evde Balık burcunda yer alan odaklanma ilkesinin simgesi Vesta) varoluşsal doğasındaki herşeyi besleyen güçlü  anne doğasını taçlandırdığına şahit oluyoruz. 

Ve yazının en başında yer alan Ceres in mitolojisini yeniden hatırlayalım. Yüce anne arketipi, tarımın, verimliliğin Tanrıçası, herşeyi herkesi besleyen bizlere ölüm-doğum döngüsünün yaşamın özündeki mevcudiyetini hatırlatan Ceres astreodi de İkizler burcunda Yeniay ile birleşiyor olması kraliçenin; kendisini gerçekleştirme yönündeki odaklı enerjisini zihinsel yol ile beslenmeyi (eğitim, dinleme, konuşma) ve çevresindeki kişileri de iletişim yolu ile besleyeceğini işaret etmetedir. Ayrıca kraliçenin, annesinden yeterli olarak duygusal boyutta beslenmediği halde,  duygusal ihtiyaçlara son derece duyarlı sıcakkanlı kişilik örgütlenmesine de işaret etmektedir.   Ve Ceres in doğum ve doğum süreçleri ile olan ilişkisini hatırlayalım, kraliçenin tarihte ilk kez   “kloroform” maddesini kullanarak doğum yapmasını;  İkizler burcu sürecindeki Yeniay ile birleşen Ceres astreoidinin konumu işaret etmektedir. Yükselen burcun yönetici gezegeni Merkür ise on ikinci evde Boğa burcu sürecinde yer almaktadır, bu da bizlere doğumun mekanının nasıl değiştiğinin en önemli göstergesidir. On ikinci ev; hapsedildiğimiz, kısıtlandığımız, kollektif bilinçdışını sembolize eden yaşam alanımızdır. Burada  yer alan gezegenler 'kelebek etkisi' yaratırlar. Doğumun algısal zemini dolayısı ile fiziksel doğası da değişmiştir. Ve mekan olarak; hastahaneleri, hapishaneleri simgelemektedir. Şaşırtıcı değil mi? 

Doğum sürecinin yeni zemini  hastahaneler olurken eş zamanlı olarak Güneş burcu;  hizmetin, sağlığın, hijyenin, saflığın, faydanın, arınmanın sembolü, ve doktorların, hemşirelerin, öğretmenlerin simgesi,  Başak burcu sürecinde yer alan Florence Nightingale, doğumun şartlarını/koşullarını iyileştirmek üzere emek vermesi bir tesadüf mü? Nightingale in doğum haritasındaki Güneş in konumu, kraliçe Victoria nın başlangıçları ve sonları , köklerimizi, ait olma ihtiyacımızın karşılandığı zemini, geçmişt atalarımızdan aldığımız yükleri (korlular, kaygılar, vb.), arınmanın başlangıcını sembolze eden dördüncü evini ışıması bizlere önemli bir mesajı miras bırakmıştır: Her birimiz kendi doğum travmalarımızı derinlemesine iyileştirmek üzere, öz’de nereye nasıl ait olduğumuzu görme ve duyumsama yönünde emek verirsek, doğumun yuvasını yeniden dönüştürebiliriz!

Κρέας για φαγητό

Hen to pan

Herşey birdir

 

Kaynakça:

George, D. &Bloch, D. ( 2019). Asteroid Tanrıçalar. Yeniden Doğan Dişinin Mitolojisi, Psikolojisi ve Astrolojisi., İlhan Yayıncılık, İst. 

Mongan, M.,F., (2012). HypnoBirthing Mongan Yöntemi, Gün Yayıncılık, İst.

* Verny, T. & Kelly, J. ( 2008). Doğmamış Çocuğun Gizli Yaşamı, Kuraldışı Yayıncılık, İst.