Birlik ve beraberlik için öneriler

27 Ağustos 2017 Pazar
Birlik ve beraberlik için öneriler
Birlik ve beraberlik için öneriler

Temel bilgilerle başlayalım, insanın üç içgüdüsü vardır. Bunlar hayatta kalma, beslenme ve cinsel dürtülerdir.

Bu güdülerden en önemlisi hayatta kalmadır, çünkü hayatta kalamazsak, diğer güdülerin tatmini ve bu güdüler üstüne kurulan kapsamlı hayatı elde etme olanağımız kalmaz. Dolayısıyla insan en temelde hayatta kalmaya odaklı bir canlıdır.

Burada anahtar kelime “canlı”.

İnsan sandığının aksine kendisi hayatta kalmaya çalışmaz. Onu hayatta kalması için yönlendiren hormonal, diğer fiziksel ve zihinsel tepkimelere sahip olarak tasarlanmıştır.

Bu tepkimelerin en önemli özelliği şudur: şayet canı tehdit eden bir durum varsa, her şey mubahtır.

Fizyolojinin ahlakı ya da toplumsal kuralları yoktur. Örneğin bir kişi, kendisine saldırmakta olan bir başka insanı öldürmek imkânı elde eder ise, kafasında bir ihtimal oluşan “insan öldürmek günahtır/yanlıştır/suçtur” düşünceleri, onun bünyesinden değil, sonradan toplum tarafından şekillendirilen süperegosundan gelecektir. Şayet bu süperego olmasa ya da şartlar toplumsal kuralları önemseyecek kadar rahat değilse veya toplumsal kurallar bir sebepten askıya alınmışsa – savaş zamanlarında olduğu gibi örneğin-  kişi kendi canı için bir başkasını öldürmekte tereddüt etmeyecektir.  Çünkü bünyesinde salgılanan adrenalin hormonu ona yalnızca üç şık verecektir: kaç, saldır, bayıl. Kişi bünyesine ve durumun şartlarına göre bu üç eylemden birini gerçekleştirecektir. Bilim bize bunu söylüyor.

Oysa belki can güvenliği için başkasını öldüren bu insan, normal/barış zamanlarında oldukça sakin, iyi, karıncayı dahi incitmeyecek tabiatta biridir. Yardımseverdir, güleç yüzlüdür.

Fakat bugün derinlere gömülmüş gibi dursa da, insan hala bir yanıyla hayvansıdır ve bu hayvansı tabiatı onu, yalnızca onu hayatta tutmaya programlıdır.

Şimdi biraz tarihimize bakalım. İnsan tarihi birkaç bölüme ayrılır. Paleolitik, neolitik, maden çağları, orta-yeni-yakınçağ, modern çağ ve postmodern çağ.

Bu çağlar incelendiğinde insan ve toplum bir konuda yukarı doğru bir gelişim göstermektedir: barış ve huzura yolculuk. İnsanın ilk yılları oldukça sıkıntılıydı, gerçekten de taş düşebilir, ayı çıkabilir zamanlardı o günler. Şimdi bunun bir bünyede yaratabileceği stresi düşünün. Daimi ve hakiki bir hayatta kalma savaşı.

Sürecin devamına baktığımızda insanın bu halinden memnun olmadığını görüyoruz.Dolayısıyla gerek alet kullanımı, gerek toplumsal kuralları ile insan, adım adım, canı için derde düşmeyeceği günlere doğru yol almış. Güvenlik birimleri oluşturmuş, kurallar getirmiş, kombiyi bulmuş, seçenekleri arttırabilirsiniz. Her adım, insanı “fiziksel olarak kendini güvende ve rahat hissedeceği bir evre”ye biraz daha taşımış.

Bugün artık vahşi hayvanların ya da (önlem alabilmiş ülkeler için) doğal afetlerin saldırısı ile ölmek, dünya nüfusunun belli bir bölümü için geçerli bir korku değil. Fakat bu sefer de insan insanın birincil felaketi olmuş. Bu bağlamda en büyük felaket 2. Dünya Savaşıdır. İnsanlar için öyle bir yıkım getirmiş, öyle bir korku yaratmıştır ki, devletler bir daha topyekûn savaş fikrine yanaşamamışlardır. Bugün hala savaşlar olmakta, fakat bu savaşları askeri birlikler yürütüyor.  Şuan özellikle sade, gelişmiş ülke vatandaşlarına kalkıp “ haydi şöyle bir 100 milyon savaşa girelim” deseniz, ya canınızı olmadı kesin makamınızı kaybedersiniz.  Çünkü insanlar, sahip oldukları güvenliği ne pahasına olursa olsun korumak isterler. Bu onların doğasında var.

Peki, güvenlik ihtiyacı nedir? İlle de ayı çıkınca, taş düşünce mi tetiklenir?

Maalesef hayır. İnsanın güvenlik algısı, onun psikolojisiyle şekillenir. Yani, tecrübelerin insan zihninde yorumlanmasıyla. Saldırgan hayvanlardan korkulur, çünkü saldırgan  hayvanlar insanı öldürebilirler. Biz bunu, bugün bile hiç hayvan saldırısına uğramadığımız halde atalarımızdan taşınan hem sözlü hem de genetik hafızamızla biliriz. Dolayısıyla başımıza böyle bir hadise gelince korkarız ve evet: adrenalin harekete geçer. Eğer dünyada genetik hafızaya zerre sahip olmayacak ve hiçbir bilgi verilmeyecek bir insan yetiştirilebilseydi, büyük ihtimalle saldırı başlayana dek çözümlemeyle vakit kaybedecek ve ölecekti.

Dolayısıyla zihnin olayları yorumlama biçimi, insanın kendisine, insanlığına sahip çıkabilmesi açısından önemlidir. Özellikle modern toplumlarda. Neden?

Modern toplumları modern yapan düzenidir. Tarihte yakınçağ öncesi ile sonrasını ayıran mihenk taşı da budur. Talim, terbiye ve düzen. Modern çağ, insanı belli olumlu-olumsuz sınırlar içerisinde yaşatır, bu sınıra güvenlik de dâhildir. Siz vergi verirsiniz, kurallara uyarsınız; karşılığında da en basit ifadeyle sıcak su, pizza ve can güvenliği alırsınız. Sistem sizin bireysel uç eylemlerinizi kısıtlar, komutayı eline alır ve işletir. Bir takım haklarınızdan vazgeçerek bir takım güvenceler satın alırsınız bir diğer değişle. Modern sistemin özeti budur.

İmdi, bu sistem bozulursa ne olur?

Dün, aylardır gerçekleşen patlamalara bir yenisi daha eklendi. Birçok vatandaş var ölü ve yaralı. Bu, ne olursa olsun şuan sahip olduğumuz sistemin bizim için düzenli işlemediğini gösteriyor. Vergi veriyor, okul okuyor, metrobüste akbil basıyoruz. Vatandaşlık görevlerimizi asgari de olsa çoğumuz yerine getiriyoruz. Sistemin de buna karşılık bizi en temelde koruması gerekiyor. Bizim kendimizi, orman kanunlarıyla korumamız yasal olarak mümkün değil. 78 milyon silah taşıyıp, gözümüze biraz terörist gibi gözükenleri öldüremeyiz.  Zaten beceremeyiz de. Çünkü orman kanunlarıyla savaş dahi, istihbarat, yöntem ve disiplin gerektirir. Biz bu donanıma sahip değiliz. Üstelik şehirli barışçıllar olarak yetiştirildiğimiz için, bizlerin savaş benzeri bir algıya geçmesi büyük çapta cinnet demektir, çünkü bu algıya toplumsal yapı gereği kapalıyız. Böyle yetiştirildiğimiz halde orman kanunu tatbikçisi olmaya çalışmak, zihinlerimizde büyük çapta bir çatışmaya sebebiyet verecek ve psikolojimizi bozacaktır. Zaten bu donanıma biz sahip olmayalım, sistem sahip olsun diye bu günlere geldik. Tüm bu bozgunları durdurmak üzere yetiştirilmiş birimler, istihbarat ve güç sistemin elinde.  Fakat sistem yetersiz kalıyor.

Bu bizim için ne anlama geliyor?

Ciddi bir güvenlik krizi anlamına geliyor.  Çünkü tüm bu terör olayları bizim için sokağı belirsiz bir mecra olarak yansıtıyor. Belirsizlik ise insan tabiatının genel itibariyle huzursuzluk hissettiği bir bölgedir; belirsizlikte kötü, çok kötü şeyler olabilir. Bu algının yükseldiğine en yerinde delil dün medyada kullanımı artan kelimelerdir. İnsanlar olay sonrası en çok şu kelimelerle kendilerini ifade ettiler: tesadüf (tesadüfen yaşıyoruz biçiminde), güvensizlik, anarşi, aciz, devlet, ordu.

Belirsizliklerini kısıtlamak için insan modernleşti. Uyumak istediği ine, her an başka bir hayvanın girebileceğini ya da her an bir hastalıkla ölebileceğini düşünmemek için buralara kadar geldi. İnsan bilmek, kontrol etmek istiyor. En azından elindeki imkânlar dâhilinde bunu mümkün mertebe sağlamaya çalışıyor ki sürpriz bir sorun patlak vermesin. Şimdi bu amaçla evrilen insan zihnine “her an bomba patlayabilir” mesajı vermeye başladığınızda haliyle sinirler boşalıyor ve gündelik yaşam gittikçe sürdürülebilir olmaktan çıkıyor.

Bunun cinnetvari yansımasını her patlama sonrası sosyal medyada görebiliriz. Neredeyse tükürükler saçarak lanetler okuyan, küfürler eden insanlar. Neden böyle yapıyorlar? Oysa onlar da sabahtan akşama küfür de etseler bunun bir çözüm olmadığının bilincindeler. Öfke patlamalarının bir olayı çözüme götürdüğü nerede görülmüş? Biliyorlar. Böyle yapıyorlar çünkü içlerinde biriken felaket ve belirsizlik hissinin getirdiği güvenlik ve çaresizlik algısını başka nasıl aşabileceklerini bilmiyorlar. Elleri kolları bağlı gibi görünüyor, sistem onları korumuyor;  bir sisteme aitler, evet,  ama sistem onları sokakta ölüme terk ediyor. Bireysel olarak kendinizi bir bombaya karşı nasıl koruyabilirsiniz ki?

Bu sebeple yine her terör olayı sonrası en çok şu iletileri görüyorsunuz: “ordu nerede”, “sınırı geçip düzleyelim bu iş bitsin” , “bunların hepsini öldüreceksin”, “Allah hepsini kahretsin”. Çözümsüz kalan bireyin acziyeti arttıkça, daha büyük, daha güçlü ve net çözüm getirebilecek bir saldırıyı organize edebilecek her mecraya sesleniş.

Oysa ortada bir çözüm var. O çözüm derdin içinde saklı. Güvenlik krizini algılayan veya olayları büyük güvenlik krizleri olarak yorumlayan beyinde yine. Bilinç kısmında.

Ne demiştik? İnsan tehlikede olduğunu sezdi mi hormonlar devreye giriyor, barış zamanı kullandığımız bilinç ortadan kalkıyor. Bu ne gibi sorunlara yol açıyor? Bir kere analitik düşünce sistemi felce uğruyor. Şartları doğru değerlendiremiyoruz bu durumda. Ayrıntıları gözden kaçırıyoruz. Toplumsal olarak inşa ettiğimiz ahlak algımız da kapanıyor. Hayvansılığımız peydah oluyor. Hayır, sanıldığı gibi yalnızca bir olayla sınırlı bir süre için değil, uzun vadede ve geniş bir çerçevede. Âlem bozuldukça, “âlem buysa kral benim” diyen zihinler ayyuka çıkıyor. Herkes her an kendisini tehlikede hissediyor. Öyle ki yolda yürürken biri size çarpsa saldırı algılar hale geliyorsunuz. Sinirleriniz yavaş yavaş en ufak etkiyi alacak ve hemen tepki gösterecek şekilde tekrar düzenleniyor. Bir süre sonra iş öyle bir boyuta geliyor ki, biri size karşı bir yanlış yapsa, yalnızca biri bana yanlış yaptı demiyor, o kişinin şeytani bir varlık olduğuna ve sizi yok etmeye çalıştığına resmen iman ediyorsunuz.

Hiç bilmiyoruz ki bu algımız da çoğu zaman işte bu tip toplumsal travmatik olaylarla birebir ilişkili. 78 milyonu post-travmatik stres bozukluğuna sokmak. Bu aynı zamanda neden bu kadar cinayetlerin, tecavüzlerin, işkence ve kavgaların, nezaketsizliğin de arttığına bir cevap.

Bilinç diyorduk.

Bilinç bizi insan tutar. Öncelikle sakin kalmayı öğrenmek zorundayız. Burada sakin kalmak, alışmak, kanıksamak manasında değil. Hiçbir eyleme geçmemek de değil. Burada sakin kalmak, hemen krizle tepkiye yönelmeden önce durup eylemlerimizi bir tartmak. Ülkede patlama olmuş, zaten sinirler gerilmiş, bu noktada benim salyalar akıtarak edeceğim nefret sözlerinin faydası nedir? Hiçtir. Daha çok ülkedeki negatif enerjiyi ve gerilimi arttırmaktan öte bir faaliyet değil. İnsanları suçlamak peki? Bunun da bir faydası yok çünkü tek tek hepimiz bir savcı değiliz. Birilerini parmakla göstermek, çözüm getirmediği, karşımızdakiler ıslah olmadığı halde bunu sürdürmek, suçlamak eyleminin içini boşaltır ki Türkiye’de insan suçlamanın içi boşalmıştır. Üstüne üstlük olay çoktan olmuştur. Ne gidenler geri gelecektir, ne de olay geriye sarılacaktır, ayrıca kimse yargı önüne çıkmayacaktır. Yani sözle ve duygusal taşkınlıkla yapılacak hiçbir eylem sonuç getirmeyecektir.

Sakin kaldık, yaptığımızda çözüm olmayacakları gördük. Peki, çözüm nedir?

Bir gerçeği unutmamak: dışarıda ne olduğunun değil, içimizde nasıl olduğumuz önemlidir.

İnsanlığımıza, ahlakımıza sıkı sıkıya tutunmak. Sokakta her yüzde bir terörist görmemeye gayret etmek. Sokakta kötü insanlar olabileceği gibi, iyi insanların da olduğuna iman etmek. İyiliğin yüzü suyu hürmetine nezaketi elden bırakmamak. Toplum olarak bize barış sağlayan kurallara, sistem riayet etmese bile riayet etmeye devam etmek. Bu görüşte olduğumuzu sözle, davranışla her fırsatta göstermek. Esaslı eylem budur. Biz sistemden daha fazlasıyız. Cumhuriyetin özü halkla yönetimse, tüm medya ve siyasilere, insanlığı 78 milyon pekâlâ gösterebilir.  Bu bizim yapabileceğimiz bir eylem. Birikirse verimli bir okyanus olacak en güzel yanıt.

Bu naif gibi görünen tutumun sonuç getirmeyeceğine inananlar için bir örnekle bitirelim; bu konuda verilebilecek bir sürü örnek var ama kendi tarihimizden bir tanesini uygun gördüm: Kore Savaşı’ndan sonra Amerikalılar savaşla ilgili bir araştırma yapıyorlar. Araştırma esir edilme altında davranış modellerine yönelik. Çinliler birçok milletten askeri esir alıyorlar ve oldukça kötü muamele ediyorlar. Bu esir alınan askerlerden çok azı sağ dönebiliyor sağ kalanların bir kısmı ise komünist ajan oluyor: bir millet hariç. Yalnızca Türkler, ne kadar esir verdilerse o kadar esirle geri dönüyorlar. Bu oldukça şaşırtıcı gözüküyor.  Araştırmalar bu noktada yoğunlaşıyor ve ortaya şöyle bir tespit çıkıyor: Amerikalı esirler kıt yemek ve işkence ortamında, düzeni bozarak “güçlü olan hayatta kalır” düsturuyla hareket ediyorlar. O noktada hasta ve yaralı olanlar ölüyor. Sonra sağlıklılar arasında yaşam savaşı başlıyor. Dolayısıyla askerlerin bu tutumu, çoğunun ölüme terk edilmesiyle sonuçlanıyor. Türk esirlerse ilginç. Az yemeğe rağmen, önce hasta ve yaralıları besliyorlar. İçtima almaya orada da devam ediyor, kışlada gibi yaşıyor, düzeni bozmuyorlar. Komutan kimse, onun sözünden çıkmıyor, disiplinsizlik yaratmıyorlar. Çinliler bunu fark edince tek tek rütbelileri alıyorlar kamptan. Türkler yine bozmuyorlar, en yaşlı er kimse, onun liderliğini kabul ediyorlar. Tüm propagandalara karşı, inandıkları değerlerden vazgeçmeyi ise reddediyorlar. Yani koşullar ne kadar korkunç olursa olsun, içeriden bozulmamaya gayret ediyorlar. Dolayısıyla insani olmayan, hayatta kalma içgüdüsünün ve stresinin en yoğun olduğu zamanda bile, itkilerine dur deyip düzeni bozmayan Türkler, tam sayı ile geri dönmeyi başarıyorlar.

Caput Draconis - mistikalem.com