Karl Marx'ın öngöremediği evrimler
EVRİMİ BİLMEYEN DEVRİM: MARX NEDEN YANILDI?
Bir Doç. Dr. Şafak Nakajima yazısı
Karl Marx, insan davranışını ve toplumsal yapıları ekonomik ilişkiler üzerinden açıklamaya çalışır. Ona göre bilinç, toplumsal varoluşun bir sonucudur; yani düşüncelerimizi belirleyen şey, üretim biçimidir. Ancak Marx, biyolojik evrim, genetik, beyin işlevleri ve evrimsel psikoloji gibi alanların henüz gelişmediği 19. yüzyılda yaşamıştır.
Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinde ortaya koyduğu evrim kuramı, Marx’ın büyük ilgisini çeker. İnsanın ilkel canlılardan evrimleştiği fikri, materyalist felsefe açısından Marx için önemli bir kazanımdır. Kendi kitabı Das Kapital’in bir nüshasını Darwin’e gönderir ve ön sayfasına “Karl Marx’tan, samimi bir hayran olarak” notunu düşer. Engels de Darwin’in kitabını okuduktan sonra Marx’a yazdığı mektupta, doğadaki tarihsel evrimi sergileme yönünde böylesine görkemli bir girişimin daha önce yapılmadığını belirtir.
Marx'ın Yeni İnsan İdelaindeki Temel Boşluk
Ne var ki Darwin’in fikirleri, insan davranışının biyolojik temellerini anlamak için henüz yeterince gelişmemiştir. Marx, insanı öncelikle sınıfsal, üretken ve tarihsel bir varlık olarak ele alır. Fakat onun evrimsel geçmişini, içgüdülerini ve duygusal mirasını, yani biyolojik evrimle şekillenmiş davranış eğilimlerini bilmediği için göz ardı eder. Bu eksiklik, “yeni insan” idealinde temel bir boşluk yaratır.
Evrimsel psikoloji bize, insan doğasının yalnızca toplumsal koşulların ürünü olmadığını söyler. Rekabet, aidiyet, statü, güvenlik, eş bulma ve işbirliği gibi biyolojik dürtülerimiz milyonlarca yıllık seçilim süreçleriyle biçimlenmiştir. Marx’a göre üretim biçimi değiştiğinde insan davranışı da kökten değişebilir. Oysa evrimsel psikolojiye göre, davranış kalıplarımızın önemli bir kısmı biyolojik donanımımıza gömülüdür. Özel mülkiyet kalksa bile statü arayışı, kıskançlık, güç hırsı veya aidiyet ihtiyacı ortadan kalkmaz. Toplumsal sistem değişse de bu dürtüler bir gecede dönüşmez.
İnsan doğası elbette yalnızca rekabetten ibaret değildir. İçimizdeki paylaşma, yardımlaşma ve fedakârlık eğilimleri de evrimsel süreçte ortaya çıkmıştır. Grup hâlinde hayatta kalmanın zorunluluğu, empati ve dayanışmayı seçilim avantajına dönüştürmüştür. Richard Dawkins’in Bencil Gen kavramıyla açıkladığı gibi, genlerimiz bencildir ama bu bencillik yalnızca bireyin çıkarını korumakla sınırlı değildir. Gen, kendi kopyasını yaşatabildiği sürece işbirliğini de “mantıklı” bir strateji olarak benimser.
Karl Marx'ın haklı olduğu nokta,
Yani dayanışma, tür içi rekabetin karşısında değil, onunla dengeli bir biçimde evrimleşmiştir. Doğa, sadece “ben”i değil, “biz”i de koruyacak bir denge kurmuştur. Bu nedenle insan, kendi çıkarı tehdit edilmediği sürece yardımlaşmaya ve topluluk bilincine eğilimlidir. Marx’ın burada haklı olduğu nokta, bireyin gerçek özgürlüğünün ancak toplumsal dayanışma içinde mümkün olabileceğini fark etmesidir. Onun “Bütün dünya proleterleri birleşin!” çağrısı, bu biyolojik eğilimin kültürel bir ifadesidir: hayatta kalmak ve güçlenmek için işbirliği yapmak. Ancak burada amaç bireyin değil, “sınıfın genetik-evrimsel karşılığı” sayılabilecek kolektif çıkarın korunmasıdır. Aynı ilke tarih boyunca kabilelerde, aile yapısında ve modern ulus-devletlerde de işler. Birey, kendini parçası olduğu grubun içinde güvenceye alır. İşbirliği, bencilliğin zıttı değil, onun en rafine biçimidir. Dayanışma, çıkarın paylaşılarak sürdürülebilir kılınmasıdır.
Karl Marx'ın yanıldığı nokta
Ancak bu eğilimlerin kalıcı olabilmesi için güven, karşılıklılık ve adalet duygusu gerekir. Eşitlik bozulduğunda veya bireyin katkısı değersizleştiğinde, genler yeniden kendi çıkar moduna döner; iyilik yerini savunmaya, işbirliği yerini rekabete bırakır. Sosyalist sistemler tam da bu noktada tökezlemiştir. İnsanı sınıfsız, bencil olmayan, “yeni bir varlık” olarak yeniden yaratmayı hedeflemiş ama biyolojik doğayı görmezden gelmişlerdir. İnsan paylaşabilir ama aynı zamanda kıyaslar. Dayanışabilir ama statüsünü korumak ister. Bu eğilimleri bastırmak onları yok etmez; yalnızca gizler. Gizlenen her dürtü, sistemin zayıf noktasından sızar.
Bu yanılgı aslında insanı “doğaüstü değerlere sahip bir varlık” olarak gören dinî anlayışın ters yüz edilmiş bir versiyonudur. Dinler, insanı ilahi bir özü olan, doğanın üstünde bir varlık olarak tanımlarken; Marx, onu tarihsel süreçlerle biçimlenmiş ama yine “yeniden yaratılabilir” bir varlık olarak görür. Her iki bakışta da ortak yanılgı, insanın evrimsel sınırlılıklarını dikkate almamaktır.
Örneğin dinler, kötülüğü şeytanın veya günahın dışsal etkisine bağlar. Oysa evrimsel psikolojiye göre, kıskançlık, saldırganlık, statü mücadelesi gibi eğilimler doğamızın içinde vardır. Aynı şekilde Marx da sömürüyü ve rekabeti yalnızca kapitalist sistemin sonucu olarak görür; ancak bu dürtüler, insan doğasının tarih öncesinden taşıdığı biyolojik mirasın bir parçasıdır.
Tarihte birçok sosyalist deneyimin kısa sürede bürokrasiye, yolsuzluğa ve lider kültlerine dönüşmesinin temelinde bu vardır. Çünkü doğamız eşitliği sever ama mutlak eşitliği değil; anlamlı bir katkı karşılığında değer görmeyi ister. Evrimsel düzlemde bu, güvenlik, statü ve aidiyetin dengeli bir birleşimidir.
Marx’ın yapısal koşullara ilişkin tespitleri doğrudur; ancak insan doğasını fazla esnek varsayarak evrimsel sabitleri göz ardı etmesi, eşitlik idealini içsel eğilimleri dönüştürmeden yalnızca dış koşulları değiştirerek gerçekleştirmeye çalışan toplumların kısa sürede yeniden hiyerarşiler ve güç mücadeleleri üretmesine yol açmıştır.
Marx'ın teknolojik evrimi öngörememesi
Marx’ın bir başka eksiği de teknolojinin evrimini öngörememesidir. Burada anakronizm yapmamamız gerekir; zira 19. yüzyılın sanayi koşullarında üretim araçlarının bir gün insan zihnini taklit edecek düzeye ulaşacağını öngörmek elbette mümkün değildi. Oysa bugün yapay zekâ ve robotik sistemler, emeğin doğasını temelden dönüştürüyor. Marx’ın “emek-değer” kuramı, üretimin merkezine insan emeğini yerleştiriyordu; ancak günümüzde üretim giderek insan aklının simülasyonlarıyla, yani düşüncenin yapay biçimleriyle sürüyor.
Eğer Marx, hem biyolojik hem teknolojik evrimi bilebilseydi, insan davranışını yalnızca ekonomik koşullarla değil, evrimsel geçmiş ve yapay zekâ süreciyle birlikte ele alırdı.
Marx’ın düşüncesi, özellikle yabancılaşma teorisi açısından bugün hâlâ önemli bir kılavuzdur. Marx, insanın üretim sürecinde kendi emeğinden, ürününden ve nihayetinde kendisinden kopuşunu anlatırken, aslında insanın anlam arayışını kaybedişini tanımlıyordu. Bu kavram, günümüzün dijital çağında bambaşka bir biçimde karşımıza çıkıyor.
Artık emek yalnızca makinelerle değil, algoritmalar ve yapay zekâlarla da rekabet ediyor. İnsan emeği, fiziksel üretimden ziyade veriye ve dikkat ekonomisine kayarken, birey kendi yaratıcılığının dahi otomasyona devredildiği bir dünyada kimliğini korumakta zorlanıyor. Marx’ın uyardığı “yabancılaşma” bugün, sadece fabrika işçisinin değil, beyaz yakalının, içerik üreticisinin, hatta tüketicinin deneyiminde yeniden doğuyor. Bu nedenle Marx’ın düşüncesi, her ne kadar teknolojik evrimi öngörememiş olsa da, insanın emeğinden ve anlamından kopuşunu analiz etme gücüyle hâlâ yol gösterici bir felsefi pusula olmayı sürdürüyor.
Eşitlik ideali elbette çok değerlidir. Fakat bu ideali yaşatmanın yolu, Marxist öğretileri değişmez dogmalar gibi benimsemekten geçmez. Asıl gereksinim, insan doğasını nesnel biçimde okumak ve teknolojik evrimin yönünü derinlemesine kavrayabilmektir.